|
BİR KİTAP ve SONRASI
Ekleyen: Filiz Çapar Şahin | Okunma: 408758 | 05.04.2012
İnsanoğluyuz işte, içsel farkındalıklarımızı gizli gizli yaşarız kimselere belli etmeden. Bazılarını da utanarak, sıkılarak, saklayarak. Kimselere anlatmadığım, hayattaki en önemli farkındalığım “Okumanın yaşamın ta kendisi olduğu”ydu. Allaha çok şükür, bu farkındalığı cehaletimi geri döndürülebilecek bir yaşta edindim. Sadece babamın evi kitaplarla doldurması ve zaman zaman elinde kitap gezdirmesi değildi buna sebep. Bir kürek közü bağrıma serer gibi küçük ince bir kitap sebep olmuştu bu farkındalığa. 1980’lerin başı ve o zamanların en havalı kitapçılarından biri, tam da bizim okulun karşısında… Ve vızır vızır işliyor. Bando takımı çalışmamızdan sonra bir gün arkadaşlarla döner yemeye gideceğiz Çiftlik Caddesi’ne. O kitapçı yıllardır orda duruyor ve benim hiç içeri girmişliğim yok. Sadece orası değil başka kitapçılar da bana yabancı. Hep rastgele şeyler okuyorum. Babamın aldıkları, ablamın elinden düşenler… Bazen de öğretmenlerimizin dayattığı kitaplar… İyi bir talebeyim, ama iyi bir okuyucu değilim. Neyse efendim, fazla uzatmayayım. Arkadaşlarla yürürken birden gözüme koca bir diken gibi battı, içim cız etti. “Biliyor musunuz, ben buraya hiç girmedim ve içerde neler olduğunu bile bilmiyorum.” dedim. Şaşırdılar, üstelik düz lise bile değildik. Meslek lisesi olunca üniversite hayalleri de kurmuyorsunuz, her şeyden kopuksunuz. O zaman da kitap denilince üniversiteyle ilişkilendirilirdi, sanki üniversite öğrencisinin dışında kimse kitap okumazmış gibi. Arkadaşlarımın şaşırmasının sebebi buydu. Hatta tıp fakültesinde okuyan ablama özendiğim için bir hayli kınandım. Aramızda garip bir tartışma başladı. Zaten o dönemler gözlüklerim şimdiki gibi değildi, kalın çerçeveli ve tam anlamıyla şişe dibi. Okulda da her zaman ön sıralarda oturuyorum. Sağ olsun babam beni okula kaydederken her zamanki erkenciliği üzerindeymiş, gün doğmadan okula gitmiş ve kapıların açılmasını beklemiş. Bunun içinde sınıf listesinde en baştayım. Doğal olarak kitapçının kapısından içeri gireceğimi söylediğimde arkadaşlarımın bana sıraladıkları tüm iltifatları hak etmiş oluyorum.
Onlardan ayrıldım ve içeri girdim. Üzerimde bando takımının kıyafetleri… Dışarıda bu kıyafetlerle dolaşırken insanların gözleri birden üzerinize dönerdi o dönemler. Kimsenin bana aldırış etmediğini görünce daha bir istekle savruldum rafların yanına. Kitapseverler kendi dünyalarının içine gömülmüş bir tek kendi aradıkları şeyle meşguldüler. Bana dönük sırtlarına, biri bir hançer saplayıverse kendileri bile en son fark edecek gibi trans halinde sadece kitaplarla ilgiliydiler. Bir süre onların kitaba karşı gösterdikleri bu ilgi dikkatimi çekti. Raflardaki kitaplar derin bir su gibi içimi ürpertiyordu, yaklaşamıyordum bile. İçerideki hiçbir şey bana tanıdık gelmiyordu. Sanki kitapların üzerine dikenli bir tel çekilmişti ve ben dokunduğumda 1000 voltluk bir elektrik akımı bütün vücuduma yayılacaktı. Öyle durmuş tedirgin bakıyordum. Kitapçıda çalışan genç kız yanıma yaklaştı : “Aradığınız bir kitap varsa yardımcı olayım.” dedi. O kadar korkmama rağmen neden dürüst davrandım bilmiyorum: “Yo, ben buraya ilk kez geliyorum, şöyle bir bakacaktım, izin verirseniz.” dedim. “Tabi, buyurun.” diye gülümsedi. Yüzünden ilk kez kitaplarla buluşan birini görmekten duyduğu memnuniyet ve ne yapacağıma dair merak okunuyordu. Onun o yumuşak bakışı cesaret verdi, en uzak rafa doğru süzüldüm. Kitapları alıp incelemeye koyuldum. Önce kapaklarına, sonra isimlerine, sonra da arkadaki yazılarına bakıyordum. Ne yaparsam yapayım bazı isimler dışında hiçbir şey bana tanıdık gelmiyordu. Sonra rafta bir kitap bana gözünü kırptı: “Orta Zekalılar Cenneti” Kapak tasarımı da oldukça ilginçti. Üzerinde tanıdığım bir sanatçının ismi vardı, Zülfü Livaneli. Kardeşlerimle birlikte en çok dinlediğimiz sanatçılardan biri. Sırf bu yüzden kitabı elime aldım, nefesimi tuttum. Diğer kitaplara yaptığım muamelenin dışında, açıp hemen okumaya başladım. Okudukça içimde bir korku belirdi. Ya ben de o kitapta anlatılan insanlardan biri olma yolundaysam. Böyle bir hazine gözümün önünde durduğu halde şimdiye kadar hiç adım bile atmamıştım. Eyvah! İçimde oluşan his aynen buydu. Sonra kitabı aldım, kasaya yöneldim, parasını ödeyip çıktım. Epey geç olmuştu, arkadaşlarım çoktan dönerlerini yiyip gitmişlerdi bile.
Eve gittim, kitabı üç dört saat gibi bir sürede bitirdim. Sonra ikinci okuma, sonra üçüncü okuma. Bütün hafta o kitabı okudum. Garip bir şekilde sarsılmıştım, ne kadar boş olduğumu hissettirmişti bana. Okumadığım halde en yakın dostum gibi yanımda taşıyordum. İçimden bir ses “Bir kitapta bunlar varsa, başka kitaplarda neler vardır kim bilir?” diye fısıldıyordu. Nöbetçi olduğum bir gün okulun kütüphanesine koştum. İçeri daldım, dünya klasiklerine elimi uzattım. Ondan sonra da elim kitapların üzerinden hiç çekilmedi. Arkadaşlarım bana zombiymişim gibi davranırlar diye korkuyorum; ama öyle olmadı. Sadece ben okurken beni hiç rahatsız etmediler, zaman zaman kendi kabuğuma çekilmeme izin verdiler.
Şimdi bunları nerden hatırlayıp anlatma gereğini duyduğuma gelelim. Zülfü Livaneli’nin yeni bir kitabı elimde, Serenad. Birden o günlere ışınlanıverdim.
» Diğer Yazılarıma Bakmak İçin Buraya Tıklayın «
Yorum yapabilmek için üye girişi yapınız veya facebook hesabınız ile yorum yapın. |
1. Psikolojik Danışmanın Önlük Giymesi Uygun Olur mu?
Toplam Tekil Hit: 3246621
Toplam Çoğul Hit: 23661923 Kimler Online ?
9 Ziyaretçi, 0 Üye
En son üyemiz H.HOCA, Hoşgeldiniz.
|